Kuran’da ‘cihad’
kavramı ‘çabalamak, uğraşmak’ anlamlarında
kullanılmakta olup psikolojik, entelektüel ve sosyal boyutlara sahiptir. Allah
adına yapılan savaşlar da ‘cihad’ olarak adlandırılır; çünkü bu savaşlar
düşmana karşı gösterilen çabayı içermektedir. ‘Cihad’ kelimesinin bu anlamda
kullanıldığı bir Kuran ayeti şöyledir:
‘’Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın
ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu
sizin için daha hayırlıdır.'' (9- Tevbe, 41)
Kuran’da geçen ‘kıtal’ ve ‘harb’
kelimeleri de savaşı ifade etmek için kullanılır, fakat bu konu üzerine yazılan
makale ve kitaplarda ‘cihad’ kelimesi daha fazla ön plana çıkmış ve İslam adına
yapılan savaşlar genelde bu başlık altında incelenmiştir. Ancak İslam’da
‘savaş/ cihad’ konusunu inceleyen biri, Kuran içinde tüm bu kelimelerin geçtiği
ayetleri dikkate almak zorundadır. Çoğu kez pratiğe farklı yansımış olsa da
Müslümanların yalnızca Allah adına yapılan savaşlarda mücadeleye katılabileceği
ve kendi menfaatleri için savaşamayacakları konusunda ortak bir kanaat olduğu
söylenebilir. Ancak en önemli fark, ‘cihad’ın
Müslümanlar tarafından uygulanan bir savunma savaşı mı, yoksa diğer dinlerin
üyelerine -sırf o dinden olmaları nedeniyle- karşı girişilen bir savaş mı
olduğu hususunda ortaya çıkmaktadır. Eğer Kuran’ı
bütünlüğü içinde ele alırsak, Kuran’ın savaş ayetlerinin, Müslümanlara savaş
açanlarla ilgili olduğu rahatça anlaşılabilir. İlgili iki ayet şöyledir:
‘’Fitne kalmayıncaya kadar onlarla
savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık
yoktur.’’ (2- Bakara, 193)
‘’Kendilerine
zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılanlara savaşma izni verildi.
Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. ’’ ( 22- Hac, 39)
Görüldüğü gibi Kuran’da yalnızca saldırgana
karşı savaşmaya izin verilmiştir. Hanefi mezhebinin ve bazı Hanbeli ve Maliki
mezheplerinin fıkıhçıları da aynı görüştedir. Ancak, buna karşın Şafi mezhebi
ile diğer bazı Hanbeli ve Maliki mezhebi fıkıhçıları, İslam dışındaki bir
inancın mensubu olmayı savaş sebebi olarak yeterli görmüşlerdir. Şafi din
adamları bu konuda fikirlerini Kuran’ın 9. suresinin 5. ayeti ile desteklemeye
çalışmışlardır:
''Haram
aylar (süre tanınmış dört ay) çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün,
onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip tutun.'' (9-Tevbe, 5)
Oysa bu ayet, ait olduğu surenin
bütünlüğü içerisinde okunursa; Müslümanlarla savaşan ve aralarındaki
antlaşmanın şartlarına uymayanlara yönelik olduğu kolayca anlaşılabilir. Tevbe
Suresi’nin ilk ayetini bile okumamız, bu suredeki savaş izninin, İslam
dışındaki herkese yönelik olmayıp, Peygamber ve arkadaşlarına karşı mücadele
eden belli bir kitleye karşı olduğunu, anlamamızı sağlar:
‘’Bu, müşriklerden kendileri ile
antlaşma imzaladıklarınıza Allah’tan ve resulünden kesin bir uyarıdır. ’’ (9- Tevbe, 1)
Tevbe suresinin sonraki
ayetlerinden, bahsedilen kişilerin ilk saldırıyı gerçekleştirenler olduğu
açıkça anlaşılmaktadır:
12- Ve eğer antlaşmalardan sonra,
yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip saldırırlarsa, bu durumda
küfrün önderleri ile çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir;
belki cayarlar.
13- Yeminlerini bozan, elçiyi
yurdundan sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa savaşa başlayan bir topluluk
ile savaşmaz mısınız? Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız,
kendisinden korkmanıza Allah daha layıktır. (9- Tevbe, 12-13)
Eğer Şafi fıkıhçıları ayeti surenin
bütünlüğünden kopartmasalardı, ‘kâfir’ olmanın bir savaş nedeni olamayacağı kanaatine kolaylıkla varabilirlerdi.
Kuran’a tutarlı hermeneutik bir yaklaşımda bulunabilmek için en önemli prensip,
Kuran’ın bütünlüğünü göz önünde bulundurmak ve ayetleri öncesi-sonrasıyla
(siyak-sibak) birlikte değerlendirmek olmalıdır. Şafiler; Müslümanların
savaşmasını, saldırıya uğramaları şartına bağlayan ayetlerin nesh edildiğini
(hükümlerinin iptal edildiğini) söyleyerek ve bir takım hadisleri kullanarak
tezlerini desteklemeye çalışmışlardır.
Ahmet Özel, cihad ile ilgili
ayetlerin birbirlerini nesh ettiklerini söylemenin bilimsel hiçbir yönünün
olmadığını ifade eder. Kuran’ın bir kısmının diğer kısmını yürürlükten
kaldırdığı iddiası (nasih-mensuh) ile ahad-hadislerin dinsel hükümleri
belirlemede rolünün ne olduğu; İslam’ın, günümüzde de en yoğun şekilde
tartışılan sorunlarındandır. Elimizde hangi ayetlerin iptal edilmiş,
hangilerinin edilmemiş olduğuna dair bir liste olmadığından, nasih-mensuh
iddiasında bulunanlar, seçme hakkını mezhep imamlarına bırakmışlardır.
(Nasih-Mensuh konusu Blogta ayrı bir
başlıkta açıklanacaktır.)
Muhammed Esed, Kuran’ın içinde nasih
mensuh olduğuna dair bir iddianın, hiçbir Kurani kaynağı olmadığını ve hatta bu
fikri savunan tek bir güvenilir hadis bile olmadığını söyler. Bu noktada
hatırlanması gereken bir başka hüküm de zina yapan kadının taşlanarak
cezalandırılmasının -Kuran’la tamamen çelişmesine rağmen- nesih iddialarına
dayandırılarak temellendirilmeye çalışılmıştır. Eğer Kuran’a hermeneutik
yaklaşımımızda, Kuran’ın bütünlüğünü korumayı temel ilke kabul ediyorsak -biz
öyle olması gerektiğini düşünüyoruz- Kuran’ın bir kısmının diğer bir kısmınca
iptal edildiğini söyleyen ve iptal edilen bölümlerinin hangileri olduğuna dair
herkesin kabul edebileceği bir kriter koyamayan nasih-mensuh savunucularına
karşı çıkmak gerekir. Kuran’daki bir takım ayetlerin diğerlerini iptal
edebilmesi için Kuran ayetleri arasında çelişki olması gerekir. Bu sav,
Kuran’da çelişki olmadığını ifade eden ayetlere ters düşmektedir:
‘’Onlar hâlâ Kuran’ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz
içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı.’’
(4- Nisa,
82)
Ayrıca daha önce de belirttiğimiz
gibi en ‘güvenilir’ hadis kitaplarında bile mevzu (uydurma) pek çok
hadis vardır. Bu konu, bu çalışmadaki tartışmalar açısından özellikle
önemlidir. Kendi görüşlerine aykırı olan ayetlerin ‘iptal edildiğini’ söyleyen
ve Kuran’dan çok daha geniş hacimdeki siyasi amaçlarla uydurulmuş olan
hadisleri de ihtiva eden ciltlerden kendi fikirlerini destekleyen hadisleri
seçen bazı fıkıhçıların otoritesi, pratikte Kuran’ın önüne geçmiştir. Bu
fıkıhçıların yorumlarını içinde yaşadıkları zamanın siyasi şartlarını göz
önünde bulundurarak değerlendirmemiz gerekir. İslam’ın ilk dönemlerinde
siyasetçiler, kabile kavgaları yüzünden birbirine düşen grupları dış düşman ile
savaştırmak ve yeni fetihler için bu insanların potansiyellerinden yararlanmak
istemişlerdir. Sonuçta, diyebiliriz ki, ‘cihad’ retoriğinin oluşması, gelişen
siyasal meselelerle yakından alakalıdır. Bu retorik sadece Müslümanlara karşı
kullanılmamıştır; birçok durumda Müslümanlar birbirlerini de kafir ilan ederek,
‘cihad’ retoriğinden, kitleleri hasımlarına karşı savaştırabilmek için
faydalanmışlardır. Nasih-mensuh iddiaları ve mevzu hadisler; ‘cihad’a,
Kuran’daki gerçek anlamı yerine ‘kafirlerle savaş’ anlamı yüklenmesinde önemli
rol oynamıştır; bu ise pratikte sürekli-savaş demektir.
Mevzu hadislerin, fetvaların ve
nasih-mensuh iddialarının yol açtığı problemlerin diğer bir kısmı ise inanç
özgürlüğü ile alakalıdır; din değiştiren Müslümanların ve namaz kılmayı
reddedenlerin öldürülmesini, oruç gibi ibadetleri yerine getirmeyenlere sopa
atılmasını söyleyen öğretiler bunlardan sadece birkaçıdır. Oysa inanç
özgürlüğünden bahseden bazı Kuran ayetleri şöyledir:
‘’Dinde zorlama yoktur.’’ (2- Bakara, 256)
21- Artık sen, öğüt verip-hatırlat.
Sen, yalnızca bir öğüt verici, bir hatırlatıcısın.
22- Onlara zor ve baskı kullanacak
değilsin. (88- Ğaşiye, 21-22)
İslam’a göre başka inançlara mensup
olmanın bir savaş nedeni olmadığı ve İslam’da zorlama olmadığı net bir şekilde
anlaşılabilirse; bu, medeniyetler arası iletişimin geliştirilmesi açısından
faydalı olacaktır. Birincisinin nedeni açıkça bellidir, bu iddia (diğer
inançların mensuplarıyla savaşma mecburiyeti) sürekli savaş durumunda olmak
demektir ki bu da iletişimi imkânsız kılmaktadır. İkincisinin sebebi ise ilk sebebe
nazaran dolaylıdır, ilk bakışta bu yalnızca İslami toplulukların içsel bir
problemi olarak algılanmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, insanları Allah
yoluna çağırmak (tebliğ) dini bir görevdir. Bir yandan ‘ötekiler’ İslam’a
çağırılırken, öte yandan Müslüman ülkelerde başka dine geçenler öldürülürse, bu
şartlar altında iletişim kurabilmek mümkün olamaz. (Bu tip bir anlayış
nedeniyle Afganistan’da 2006 yılının başında Hıristiyanlığa dönen biri
öldürülmek istenmişti.) Kuran’daki ayetlere rağmen, dinsel ambalajda sunulan
yanlış bir cihad anlayışı ve inanç zorlaması bizi iletişimsel patolojiye
götürür. Medeniyetler arası iletişimin kurulamadığı bir dünyanın şiddet ile
dolu olacağını kestirmek ise pek de zor değildir.
Kaynak: Caner Taslaman, Terörün ve Cihadın Retoriği, İstanbul Yayınevi, 2014, s.33-41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder